Değer-merkezli dış politika yaklaşımı, 1. Dünya Savaşı’nın ardından çokça tartışılmış ve bir o kadar da eleştiriye muhatap olmuştur. Fakat eleştirilen genelde, içeriğinden ziyade biçimidir. Zira bir tür ‘değerler dizisi’ üzerinden perdelenen en yalın haliyle ‘kaba kuvvet’ ve ‘hegemonik mücadele’dir. Sözü edilen değerler bugün apaçık, şiddeti maskelemekte kullanılan birer makyaj malzemesidir. Aralarında en kullanışlı olanları da şüphesiz ‘demokrasi, insan hakları, barış, özgürlük, adalet, şeffaflık ve kimlik siyaseti’dir.
Görünen o ki; değer odaklı politikalar izlediklerini söyleyen devletlerin de sözünü ettikleri o yüksek değerlerle çoktandır ahlaki bir bağları yoktur. Bunun en güncel yansımalarını bugün ABD ve Birleşik Krallık’ın, Rusya-Ukrayna ve Filistin-İsrail çatışmalarına karşı geliştirdikleri çelişkili yaklaşımlarda görmekteyiz.
Şunu en başta belirtmek gerekir; türümüzün binlerce yıllık ortak mirası olan insani değerler hiçbir zümrenin, birliğin ya da ülkenin tekelinde değildir. Birer tahakküm aracı olarak kullanılmaları ise kavramsal olarak içlerini boşaltmakta; daha da kötüsü, kamuoyu algısını zehirlemektedir.
KAVRAMSAL BİR ALDATMACA
Uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre dış politikada iki temel yaklaşım vardır: Bunlardan ilki ‘gerçekçi’, ikincisi ise ‘idealist’ yaklaşımdır ve bu iki yaklaşım birbiriyle çelişmektedir.
Değer-merkezli politikalar bu bağlamda idealist çerçeveye oturmaktadır ki adı üstünde, ancak idealar dünyasında; kitaplarda ve teorik tartışmalarda varlıklarından söz edilebilir. Reelpolitik bağlamda, pratikte, somut durum nezdinde bir karşılıkları yoktur.
Devletler, tabii olarak uluslararası ortamın değişen koşullarına ve meydan okumalarına yanıt olarak konjonktürel bazda farklı dış politika yaklaşımları geliştirebilir. Fakat insani değerler konjonktüre ve özneye bağlı olarak değişmez.
Washington yönetiminin, tarihi boyunca gerek kendi sınırlarında gerekse küresel ölçekte imza attığı katliamları göz önünde bulundurduğumuzda; değerler şeklinde telaffuz edilen her ne ise ‘kavramsal bir aldatmaca’ olmaktan ileri gidememektedir.
BİSMARCK’IN MİRASI
Merkeze çıkarları alan ‘gerçekçi’ yaklaşım, Alman Şansölye Otto von Bismarck‘ın, 30 Eylül 1862’de, Prusya Başkanı olduğu dönemde, Alman topraklarının birleşmesi konusunda yaptığı konuşmada, ‘kan ve demir’ kavramı ile benzersiz bir nitelik kazanmış ve Machtpolitik (Güç politikası) felsefesinin simgesi haline gelmişti.
Ulusal çıkarları, diğer ulusların veya uluslararası toplumun çıkarlarının üstünde tutan bu yaklaşım; söz konusu çıkarların askeri, ekonomik ve siyasi, tüm araçlar vasıtasıyla ‘saldırgan bir biçimde’ korunmasını temel alıyordu. Fakat aynı zamanda, askeri hedefleri romantik bir bakış açısı ile estetize ediyor ve ‘uluslararası çatışmanın ahlaki bir amacı olduğu’ inancını empoze ediyordu. Bu bağlamda, genel stratejinin en önemli aracı ‘şiddet’ ise değer-merkezli ahlaki söylemler de stratejiyi meşrulaştırmaya yarayan araçlardan ibaretti.
İşte, bu sebeple, ABD’nin Vietnam, Afganistan, Irak ve Ukrayna‘da ortaya koyduğu yaklaşımları gerekçelendirirken başvurduğu ‘sözde insani değerler’, İsrail’in Gazze’de 31 bini aşkın sivilin canı pahasına yürüttüğü kanlı harekat söz konusu olduğunda birden buharlaşarak yerini çıkar odaklı, şiddet siyasetine terk etti.
Değerleri şimdilik bir kenara bırakalım… Bu durum, akıllara şu soruyu getiriyor: 1776’dan bu yana geçen 247 yılın 228’ini kesintisiz ölüm saçarak geçiren Amerikan savaş makinasının kumandasını elinde tutanlar için ‘insan’ sözcüğü ne anlam ifade etmektedir?
Sorumuzu daha da basitleştirelim:
Amerikan askeri-endüstriyel kompleksine göre insan kimdir?
ALGI MÜHENDİSLİĞİ: KÖTÜYÜ YARATMAK
24 Şubat 2022’de patlak veren Rusya-Ukrayna Savaşı ile birlikte daha önce hiç rastlamadığımız türden yoğun bir ‘dezenformasyon’ savaşına tanık olduk. Savaşı, hangi kaynaklardan takip ettiğinizin, düşünceleriniz üzerinde büyük bir etkisi olması kaçınılmazdı.
Atlantik basınına göre, ‘kötücül taraf’ en ağır şekilde cezalandırmalıydı ve yargılama, sözde ‘değerler’ dizisi referans alınarak, bilindik argümanlarla yapılacaktı.
Gelin o argümanların, liderler tarafından nasıl kullanıldığına bir göz atalım…
VILNIUS ZİRVESİNDEKİ DEMAGOJİ
ABD propagandasının temeli budur.
ABD Başkanı Joe Biden, 12 Temmuz’da Litvanya‘nın başkenti Vilnius‘ta yapılan zirvede yaptığı, alkışlarla kesilen konuşmasında bunu, şu sözlerle ifade ediyordu:
“Dünyanın barışı ve istikrarına, değer verdiğimiz demokratik değerlere, özgürlüğün kendisine yönelik bir tehditle karşı karşıya kaldığımızda, her zaman yaptığımız şeyi yaptık: harekete geçtik…”
Ve şöyle devam ediyordu:
“Daha fazla barış, daha fazla refah, özgürlük ve onur, hukuk önünde eşit adalet, tüm insanlığın nimeti ve doğuştan hakkı olan insan hakları ve temel özgürlükler. İşte, Amerika Birleşik Devletleri’nin uğruna savaştığı dünya budur…”
Biden, bu konuşmasında, yukarıda sözünü ettiğimiz çok fonksiyonlu makyaj setindeki neredeyse tüm malzemeleri bir seferde kullanmış görünüyor.
NAZİ’LER NASIL ‘KAHRAMAN’ OLDU?
Oysa özgürlükçü düşünce, bir tür ‘özel savaş’ enstrümanına dönüşmezden önce, Avrupa aydınlanmasının temel taşıydı. Bir vakit, sömürü ve işgalleri perdelemek için makyaj malzemesi olarak kullanılmaya başlandı.
2014 krizinde Azak Taburu’nu, “Beyaz üstünlükçülerden oluşan bir grup” şeklinde tanımlayan İngiliz The Times dergisi, 30 Mart’ta Catherine Philp imzasıyla yayınlanan bir haber ile politika değişikliği sinyalleri veren yayın organlarından biri olarak kayıtlara geçti.
Azak Taburu’nun ağzından, “Bizler, 21. yüzyılın gerçek Nazileriyle savaşan vatanseverleriz” başlığıyla çıkan haberde grup, “Aşırı sağdaki itibarına meydan okuyan seçkin bir tabur” olarak tarif edildi.
Öte yandan; NATO, Yugoslavya’ya saldırdığında, “Sırpları dize getirmek; bombalı taarruz barışın kapılarını açıyor” manşetiyle çıkan Time dergisi, Rusya-Ukrayna savaşını, “Putin, Avrupa’nın hayallerini nasıl paramparça etti” manşeti ile duyurdu.
Dahası var; ABD merkezli The Intercept’te Sam Biddle imzasıyla yayınlanan bir haberde, Facebook tarafından 2019 yılında kara listeye alınan, Ukrayna merkezli paramiliter neo-Nazi örgütü, Azak Taburu’nun kara listeden çıkarıldığı ve artık “serbestçe övülebileceği” belirtiliyordu.
11 Mar 2022’de, Reuters haber ajansı tarafından geçilen bir özel haber ise epey dikkat çekiciydi: Facebook ve Instagram, ‘Ruslara yönelik şiddet çağrılarına’ geçici olarak izin vermişti… Kızılderililer, siyah tenliler, çekik gözlüler ve Müslümanlar derken şimdi de Ruslar, tarihin en barbar linç kampanyalarından birinin hedefindeydi.
META İÇİN ‘İNSAN’ KİMDİR?
21 Kasım 2023’te, The Intercept’te çıkan bir makaleye göre, “Filistinlileri insanlıktan çıkaran ve Filistinlilere yönelik şiddet çağrısında bulunan” bir dizi reklam Facebook tarafından onaylandı. Üstelik bütün bunlar, ‘Facebook’un içerik denetleme standartlarını test etmek amacıyla’ yapılmıştı.
Oysa İbranice ve Arapça olarak yayınlanan reklamlar, Facebook ve bağlı olduğu Meta’nın politikalarının açıkça ihlal ediyordu. Bazılarında doğrudan, Filistinli sivillerin öldürülmesi çağrısında bulunan şiddet içerikleri yer alıyordu; Filistinliler için ‘soykırım’ çağrısı yapan ya da “Gazzeli kadın, çocuk ve yaşlıların yok edilmesini” talep eden reklamlar gibi. Dahası, söz konusu reklamlardan bazılarında Gazzeli çocuklar, “geleceğin teröristleri” olarak tanımlanıyor ve Araplar, ‘domuzlar’ gibi insanlık dışı argümanlarla tarif ediliyordu.
Başka bir deyişle; Rusya-Ukrayna savaşının başlarında, “Ruslara yönelik şiddet çağrılarına geçici olarak izin veren” Facebook, bu defa da Gazze krizinde, Filistinlilere yönelik şiddet çağrılarına ‘geçici olarak’ izin veriyordu.
Şimdi sorumuzu yineleyelim: Mark Zuckerberg‘in sahibi olduğu, sosyal medya devi Meta’ya göre insan kimdir?
Facebook sözcüsü Erin McPike, reklamların ‘yanlışlıkla’ oynatıldığını söylese de diğer veriler, sosyal medya devinin bu bölgesel çatışmada tuttuğu tarafı açıkça gözler önüne sermekte…
İnsan Hakları İzleme Örgütü‘ne (HRW) göre Meta, İsrail-Filistin çatışması sırasında, Filistin yanlısı sesleri sistematik olarak sansürledi. 60 ülkede 1000’den fazla Meta sansürü vakasının inceleyen örgüte göre, sansürlenen içeriklere, “Filistin’i destekleyen barışçıl ifadeler ve Filistinlilerin insan haklarına ilişkin basit talepleri” de dahildi.
KRAL ÇIPLAK!
İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda en az 13 bin 500’ü çocuk, 9 bini kadın olmak üzere 31 bin 272 Filistinli öldürüldü, enkaz altında bir bu kadar daha ceset olduğu düşünülüyor ve 73 bin 24 kişin de yaralandığı biliniyor. Batılı hükümetlerin savunduğunu iddia ettiği ‘özgürlükçü’ ya da ‘insani’ değerler ile fiili durum arasındaki uçurum giderek derinleşiyor.
Hatırlayalım; BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “sadece uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olduğu durumlarda” kullanılan 99. Maddeyi devreye sokmuştu. Washington yönetimi, bu kararın ardından BMGK’de insani ateşkes için alınan bir başka kararı daha veto etti ve ardından, Genel Kurul’da 153 ülkenin desteklediği bir başka ateşkes kararına karşı oy kullandı. İngiltere her iki oylamada da çekimser kaldı. Bunu da tarihe not düşelim…
MALUMUN İLANI (…)
Son olarak, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken‘a ait olan ve bir ‘dil sürçmesi’ olamayacak kadar açık bir şekilde telaffuz edilmiş bu sözler ise ‘insani değerler’ makyajının feci şekilde bozulduğunun en açık ifadesidir.
Blinken, 13 Ekim’deki İsrail’i ziyaretinde şu sözleri kullandı:
“Karşınıza sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, aynı zamanda bir Yahudi olarak çıkıyorum. Dedem Maurice Blinken, Rusya’daki pogromlardan kaçtı. Üvey babam Samuel Pisar toplama kamplarından kurtuldu. Hamas’ın katliamlarının İsrailli Yahudiler ve aslında her yerdeki Yahudiler için taşıdığı üzücü yankıları kişisel düzeyde anlıyorum…”
‘Blinken için insan kimdir?’ sorusunun yanıtı yukarıdaki anahtar sözcüklerde gizli ve bu yanıt maalesef, dünyanın dört bir yanında yeni Auschwitz‘ler yaratmaya hazırlanıyor.