Bre hokkabaz İrfan!

MORAVÎ RÜSTEM EFENDİ

Ayşe Hanım’ı pek severim; eskiden beri. Hani uzaktan muarefemizin 15 yılı vardır; yakından da 3-5 yıldır bilişiriz. 8-10 haftası var; dükkana geldiydi. Radyonun çığırdığı kısık türkü eşliğinde iki kahve içtik, daldık muhabbete. Matbuatın dedikodusu çok; derken lafı geçen yazmaya başladığım yazıya getirdi. “Baba Rüstem, 200. sayıyla beraber biraz çeşnilendirelim istiyoruz dergiyi, ölenlerin kitaplarını öleceklere satıp bir daha dükkanınıza düşsün diye bekliyorsunuz; sizin meslekten bize yazacak bol malzeme çıkar” sadedinde şeyler söyledi.

Alınmadım canım; ee, tabii dedim. Biz ölenlerle öleceklerden yiyoruz ekmeğimizi, keyifli iş bu, diye ünledim! Neyse uzatmayayım; kapıya kadar gelmiş koca kağıtçı hanım, geri çevirmek kalenderliğin şanına yaraşmaz. Olur, dedim; fakat fotoğrafi aldırmam, yazdıklarıma dokandırtmam, bir de bana yazdıracağınız bendin kıyısı köşesinde şöyle esaslı âdemler olsun isterim. İnsana yazı komşusunun bile hayırlısı gerek. Olacaklar içime doğmuş belli ki!

Yazıyı verdim; fotoğrafi yerine bir suretini andırır bir şeyler çizelim dediler, grafiker beye iletilsin diye ince ince yazdım; kaşlar şöyle, saçlar böyle, gözler şehla, sakallar İtalyan artisti filan gibi yani. Fakat birader Ocak 15’te elime Yeni Şafak’ı alıp Kitap Eki’ni açanda ne göreyim: Yanı başıma üşüşen adam bizim Tıfıl İrfan!

Sonra benim suretimdir diye çizilen resim! Ya Rabbelâlemin, resmen cinayet! Hemen gazeteyi aradım; dedim ben Ali oğlu Veli, bana kitap ekinin grafikeri olacak herifçioğlunu bağlayın, derhal! Volkan gibi püsküreceğim, çamur külhanbeyleri gibi ortalığı kolaçan edip etrafı temiz görünce basmışım azarı. Telefondaki kızcağız neye uğradığını şaşırdı tabii; hemen bağlıyorum efendim filan. Dedim, tez ol, bağla beni! Neyse oğlan da kızın telaşından anlamış bir şeylerin anormal gittiğini, efendim kem küm diye telefona ses verince ben bastım tekdiri, “Yavrum, okuman yazman da mı yok senin?! Ben sana böyle mi tarif ettim kendimi, bu ne işgüzarlık, bu ne gaflet, bu ne hıyanet!” filan bir güzel kalayladım. Delikanlı akıllı tabii, evvela benim lavlar püsküren haykırışlarımı sükunetle dinledi; sonra, “efendim, bir sû-i tefehhüm olmuş, sizin tarif ettiğiniz sureti hemen komşunuz İrfan Saim Bey’in üzerine yerleştirivermişler. Affedin, bu sayı için imkânsız, fakat sonraki sayıda muhakkak telafi edeceğiz bu hatayı.” deyince ben yelkenleri indirdim.

Amma yalan yok; yanı başıma damlayan uğursuz İrfan’ın parmağı vardır Allahuâlem! Alnıma dökülen tutam tutam kahküller azıcık döküldü diye kel mi olduk be birader! İrfan başında numunelik kalan üç beş parça tel, çenesinde beş on santim arayla biten kıllara güvenip millete, “Evet, evet, zaten keldir o; şöyle bir resim çiziktirin, yetişir ona” filan demiş zahir!

Nara atıp afi keser kabadayı tayfasından değilim, fakat böyle hadsizlikleri de affedecek yaşları geçtik. Aradım Ayşe Hanım’ı da, sıkıca tembihledim; İrfan Bey’in canı hacamat çekiyorsa bilelim, yok zaten yaşlandım, istemem öyle kaba etimden söğüş yapsınlar filan, diyorsa aklını tez başına devşirsin!

Tatlı bakın canınıza, canlarım!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir